Haber Detayı
Nardugan’ın Anadolu’daki İzleri I A. Nedim Atilla yazdı
Günler uzamaya başlarken, insanlık karanlığın sonsuz olmadığını binlerce yıldır aynı yerden hatırlıyor. Nardugan, Türk kültürünün doğayla kurduğu en eski bağlardan biri olarak bugün hala Anadolu’da yaşamaya devam ediyor.
22 Aralık kuzey yarım kürede çok sevilen bir gündür… Çünkü günler 22 Aralık’ta uzamaya başlar… Her toplum, zaman içinde değişen dinlere ve inanç sistemlerine rağmen geçmişinden izler taşıyor.
Türk kültürü de bu açıdan son derece zengin bir mirasa sahip.
Bugün Anadolu’da hâlâ yaşatılan pek çok gelenek, köklerini İslamiyet öncesi Türk inanç dünyasında buluyor.
Bunlardan biri de 22 Aralık’taki kış gündönümüyle bağlantılı Nardugan Bayramı ve onun etrafında şekillenen ağaç kültürüdür.Sanıldığı gibi en kısa gün olan 21 Aralık değil, günlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’tır Nardugan…Yılın en uzun gecesi geride kaldı… 21 Aralık’ta doğa suskunlaşır, gün ışığı erken çekilir, karanlık her yere yayılır.
Ancak tam bu anda, kadim toplumlar için belirleyici bir kırılma noktası ortaya çıkar.
Çünkü bu geceden sonra karanlığın ilerleyişi sona erer.
Günler yavaş yavaş, neredeyse fark edilmeden uzamaya başlar.
Nardugan tam olarak bu değişimin adıdır.Nardugan Bayramı, Orta Asya Türk topluluklarının kış gündönümü çevresinde, 22 Aralık’ta erinde kutladıkları eski bir mevsimsel ritüeldir.
Burada anılan bir kişi, kutsanan bir olay ya da dogmatik bir inanç yoktur.
Kutlanan, doğanın kendi döngüsüdür.
En uzun geceden sonra güneşin yeniden güç kazanması, insanlar için umudun ve tazelenmenin işareti olmuştur.Sözcüğün kökeni de bu anlamı açıkça taşır.
Eski Türkçede “nar” güneşi, “dugan” ya da “tuğan” ise doğuşu ifade eder.
Nardugan, kelime anlamıyla “güneşin doğuşu”, yani ışığın geri dönüşüdür.Bu bayram bir fetih ya da galibiyet hikâyesi anlatmaz; dengeyi hatırlatır.
Doğa bütünüyle karanlığa teslim olmaz.
Işık yeniden görünür hâle gelir.
İnsan da bu dönüşümü izler, fark eder ve onu birlikte karşılar.Kutlamaların odağında insan ile doğa arasındaki bağ yer alır.
Ağaçların özel bir anlam taşımasının nedeni de budur. “Hayat ağacı” inancı çerçevesinde dallara bezler bağlanır, dilekler bırakılır.
Bu, doğadan talepte bulunmaktan çok onunla uyum içinde yaşama isteğinin simgesidir.
Yakılan ateş yalnızca soğuktan korunmak için değil, ışığın karanlığa karşı sürekliliğini temsil eder.
Kurulan sofralar, paylaşılan zamanlar ise yeni dönemin bolluk, dayanışma ve birlikte olma duygusuyla başlaması dileğini taşır.Nardugan bir dinî bayram değildir.
Dayanağı kutsal metinler değil, gözlemdir.
Güneşin hareketi, gecenin ve gündüzün değişimi, mevsimlerin dönüşü bu kutlamanın temelini oluşturur.
Bu yönüyle Nardugan, insanlığın doğayla kurduğu en eski ilişkilerden birinin kültürel hafızadaki yansımasıdır.Bugün dünyanın pek çok yerinde yıl sonunda yapılan kutlamalar; ışıkla bezeme, ağaç süsleme ve yeni başlangıç vurgusu açısından Nardugan’la benzerlik gösterir.
Bunlar birbirinden kopuk gelenekler değil, aynı doğal döngünün farklı kültürlerde aldığı biçimlerdir.Belki de bu nedenle Nardugan hâlâ yabancı gelmez.
Çünkü verdiği mesaj zamansızdır: Karanlık sonsuza dek sürmez.
Işık mutlaka geri döner.
İnsan bunu fark ettiği anda, bayram çoktan başlamıştır.Şimdi biraz da Orta Asya kökenlerimize gidip tarihsel inceleme yapalım.Eski Türkler için doğa yalnızca yaşanılan bir çevre değil, kutsal bir varlıklar bütünü… Gökyüzü, güneş, dağlar ve özellikle ağaçlar, Tanrı ile insan arasında birer bağ olarak görülmüş.
İnanca göre yeryüzünün merkezinde ulu bir akçam ağacı bulunur; bu ağaç göğü ve yeri birbirine bağlar.
İnsanların “hayat ağacı” dediği bu sembol, yaşamın sürekliliğini, bereketi ve yeniden doğuşu temsil eder.Nardugan, yılın en uzun gecesinin ardından güneşin yeniden güç kazandığı 22 Aralık gününü simgeler.
Eski Türkler bu günü, karanlığın yenilgiye uğradığı ve aydınlığın geri döndüğü kutsal bir zaman olarak kabul ederdi.
Bayram öncesinde evler temizlenir, insanlar en güzel giysilerini giyer, doğaya ve Tanrı’ya saygılarını sunmak için hazırlık yaparlardı.Erzurum’da kıymetli Selçuklu Eseri Çifte Minareli Medrese’deki Akçam AğacıKutlamaların merkezinde ise akçam ağacı yer alırdı.
Topluluklar hâlinde seçilen en görkemli ağaç süslenir, dallarına renkli bantlar bağlanırdı.
Bu bantlar yalnızca birer süs değil, dileklerin ve umutların taşıyıcısıydı.
İnsanlar, dileklerini ağacın dallarına emanet ederek göğe ulaşacağına inanırlardı.
Ağacın altına bırakılan küçük hediyeler ise şükran ve bereket dileğinin sembolüydü.Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde gördüğümüz bez bağlama geleneği, aslında bu kadim inancın izlerini taşır.
Türbe ve yatır ziyaretlerinde ağaç dallarına bağlanan bezler, dileklerin sessiz bir ifadesidir.
İsimler, dinler ve ritüeller değişse de, insanın doğayla kurduğu bu sembolik ilişki yaşamaya devam etmiştir.Nardugan Bayramı uzun yıllar boyunca unutulmuş gibi görünse de, yakın dönemde yeniden hatırlanmaya başladı.
Özellikle Ege’de bazı yerleşimlerde kış gündönümünde düzenlenen şenlikler, bu eski bayramın modern bir yorumu olarak karşımıza çıkıyor.
Şarkılar, ateşler, süslenen ağaçlar ve paylaşılan sofralar, geçmişle bugün arasında bir köprü kuruyor.Aslında bugün yılbaşı ağaçları, ışıklarla süslenen çamlar ve dileklerle kurulan sofralar, insanlığın ortak bir hafızasına işaret ediyor.
Karanlığın ardından gelen ışığı kutlamak, yeni bir başlangıca inanmak ve doğayla uyum içinde yaşama arzusu… Nardugan’dan bugüne uzanan bu kültürel çizgi, Anadolu’nun ne kadar katmanlı ve derin bir belleğe sahip olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.Osmanlı’da da ağaç süsleme geleneği vardı.
Matrakçı Nasuh Minyatürü…Nardugan’daki ağaç geleneği ile Noel ağacı arasında dikkat çekici paralellikler var..
Her dem yeşil ağaç, yaşamın sürekliliği, süsleme, dilek, bereket ve umut, toplu kutlama ve sofra paylaşım kültürünü bugünlere taşır.
Ancak önemli bir fark vardır: Nardugan’daki ağaç dini değil kozmolojik ve doğa merkezlidir.
Hristiyan Noel geleneği ise bu sembolü zamanla teolojik bir çerçeveye oturtmuştur.Ağaç dikeydir; sofra yatay.
İşte bu yataylık, Türk kültüründe eşitliğin en eski biçimidir.
Sofra, kimsenin yukarıda olmadığı bir düzen kurar.
Kağan da, oba beyi de, misafir de yere serilen sofranın etrafında aynı mesafede oturur.Türk mitolojisinde ve erken dönem toplumsal yapıda sofra, yalnızca yemek yenen bir yer değildir; söz verilen, ant içilen, barış yapılan bir alandır.
Aç bırakmak bir cezadır; sofraya almamak ise sürgünün en ağır biçimi.
Bu nedenle toylar, şölenler ve kurban sonrası yemekler, siyasi bir işleve de sahiptir.
Paylaşılmayan et, kabul edilmeyen iktidar demektir.Göçebe Türk kültüründe et merkezîdir ama her et eşit değildir.
Kurban edilen hayvanın nasıl paylaştırıldığı, kimin hangi parçayı aldığı, mitolojik bir hiyerarşi anlatır.
Baş, kağana; but, alpere; sakatat, yaşlılara ya da çocuklara düşer.
Bu dağılım, sözsüz bir toplumsal sözleşmedir.Ekmek yoktur belki, ama onun yerini tutan yoğurt, kımız ve kurut vardır.
Bunlar, ağacın meyvesi gibi değil; emeğin ve zamanın ürünü olarak sofraya gelir.
Bu yönüyle sofra, doğanın değil, insanın sabrının kutsallaştırıldığı bir alandır.Ağaç ile sofra arasındaki en güçlü bağ, kurban ritüelinde kurulur.
Kurban çoğu zaman ağacın yakınında kesilir; kan toprağa, et sofraya gider.
Böylece doğa ile toplum arasında bir denge kurulur.
Tanrı’ya verilenle insanın payına düşen ayrılır.Türk mitolojisi kitaplarda değil, sofralarda yaşar.
Ağaç hâlâ gölgesiyle suskun bir öğretmen; sofra ise konuşarak öğreten bir mekândır.
Biri bize nereden geldiğimizi, diğeri birlikte nasıl yaşayacağımızı hatırlatır.Kökü olmayanın sofrası olmaz.
Sofrası olmayanın ise hikâyesi.Kış gündönümü, doğanın en zorlu zamanıdır.
Bu nedenle Nardugan sofraları hem dayanıklılığı hem de bolluk umudunu simgelerdi.
Et, tahıl ve süt ürünleri bu sofraların temelini oluştururdu.
Uzun süre saklanabilen kurutulmuş etler, yoğurt, kımız ve çeşitli tahıl lapaları, kışa hazırlığın göstergesiydi.
Bu yiyecekler yalnızca karın doyurmak için değil, gelecek yılın bereketi için de tüketilirdi.Sofranın merkezinde ateş vardı.
Ateş, karanlığı uzaklaştıran güneşin yeryüzündeki karşılığıydı.
Yemekler ateşin etrafında pişirilir, insanlar aynı ateşin çevresinde toplanırdı.
Bu da sofrayı bireysel bir eylem olmaktan çıkarıp toplumsal bir bağa dönüştürürdü.
Paylaşılan her lokma, dayanışmanın ve birlikteliğin simgesiydi.Anadolu’ya gelindiğinde bu sofra geleneğinin izlerini hâlâ görmek mümkündür.
Kış aylarında kurulan kalabalık sofralar, yılbaşı ve yeni yıl yemekleri, “bereket olsun” diyerek yapılan ikramlar, bu kadim anlayışın devamıdır.
Özellikle yılın son gecesinde sofraya konan nar, ceviz, kuru meyve ve ekmek gibi sembolik yiyecekler, bolluk ve çoğalma dileğinin bir yansımasıdır.Nar, kırmızı rengiyle güneşi ve yaşamı simgeler.
Kışın ortasında sofraya konması tesadüf değildir.
Ekmek ise yalnızca bir yiyecek değil, emeğin ve hayatın kutsallığını temsil eder.
Anadolu’da ekmeğin yere düşürülmemesi, öpülüp başa konması, sofranın kutsallığına verilen önemin en açık göstergesidir.Tatlılar da bu dönemin vazgeçilmezlerindendir.
Bal, pekmez ve unla yapılan basit ama besleyici tatlılar, hayatın tatlı geçmesi dileğiyle yenirdi.
Bugün yılbaşı sofralarında yer alan tatlılar, kurabiyeler ve özel hamur işleri, aslında çok eski bir dileğin modern hâlidir.Nardugan sofraları yalnızca yemekle sınırlı değildir; söz, müzik ve hikâye de bu sofranın parçasıdır.
Büyüklerin anlattığı masallar, gençlerin söylediği şarkılar, sofrayı bir kültür aktarım alanına dönüştürür.
Bu yönüyle sofra, geçmişle gelecek arasında kurulan en güçlü köprülerden biridir.Bugün Anadolu’da kış sofralarına baktığımızda, modern tabaklar ve yeni alışkanlıklar görsek de, özünde aynı niyetin sürdüğünü fark ederiz: birlikte olmak, paylaşmak, yeni yıla umutla girmek.
Nardugan’dan bugüne uzanan bu sofra kültürü, Türk mutfağının yalnızca lezzetlerden değil, anlamlardan da oluştuğunu hatırlatır.Yemek Kültürü Araştırmacısı ve Yazarı A.
Nedim AtillaOdatv.com