Haber Detayı
İnsan bazı şehirlere gitmez, onlara döner: Aralık’ta Hamburg
Elbe’nin üzerine çöken sis, sokaklara yayılan tarçın kokusu ve eski bir dostun masasında bulunan huzur... Hamburg benim için gidilen bir yer değil; anıların, suyun ve kentin sessizliğinin çağrısına uyup her kış "geri dönülen" bir liman.
Hamburg benim için artık bir seyahat rotası değil, takvimimdeki bir ritüel.
Geçtiğimiz hafta, bu ritüeli gerçekleştirmek üzere yeniden yollardaydım.
Alıştığım gibi kışın kendinden emin ritmine yerleşmiş bir şehir değildi bu kez beni karşılayan.
Evet, gün erken kararıyor; sis Elbe’nin üstüne ağır ağır iniyordu ama sanki havada hafif bir bahar duygusu vardı.
Pek yağmur da yoktu.
Oysa Hamburg yağmursuz olmaz… Aralık’ta o yağmur Noel ışıklarıyla yumuşar, neredeyse görünmezleşir.
Şehir bu kez nedense kış için acele etmiyor; duruyor, bakıyor, düşündürüyor.
Suyun şehre karıştığı yer Hamburg’u sevmemin nedenlerini sayabilirim elbette.
Ama her gidişimde biraz daha anlıyorum ki mesele, İstanbul’dan ayrılır ayrılmaz başlayan o tanıdık özlemin Elbe’nin kıyısında, Alster’in sularında biraz olsun hafiflemesi.
Bir liman kenti oluşu… Suyun şehrin içine sızması… Parkların, ormanların, kanalların gündelik hayatın parçası olması… Hamburg bana bu yüzden tanıdık geliyor.
Peşimi hiçbir zaman bırakmayan İstanbul’umu anımsatıyor.
Aralık’ta Hamburg’da dışarı kaçılmaz; içeri sığınılır.
Müzelere, konser salonlarına, kitapçılara, kafelere… Cam kenarı bir masa seçilir; elde sıcak bir fincan, dışarıda ıslak taşlar, ışıkların göle düşen titrek yansımaları izlenir.
Bu şehir insanı yavaşlatır.
Burada yavaşlamak bir lüks değil, bir şehir terbiyesidir.
Koku, ışık ve hatıralar Hamburg’un Noel pazarlarında önce ses çarpar insana.
Uzaktan gelen bir çıngırak tınısı, bir köşede yarım kalmış bir Noel şarkısı, tahta tezgâhların önünde birbirine değen kupaların tok sesi… Kalabalık gürültücü değildir; uğultu yumuşaktır, bastırmaz.
İnsanlar konuşur ama bağırmaz; sanki herkes aynı ses perdesinde buluşmuştur.
Sonra koku ve ışık gelir: Tarçın, karanfil, portakal kabuğuyla karışan kızarmış badem kokuları; Rathaus’un sarı ışıklarının taş zemine, Alster’in suyuna düşen titrek yansımaları… Bu kokular çocukluğu, bu ışıklar eve dönüşü hatırlatır.
Gösteriş değil, uzlaşmadır buradaki; karanlıkla barışır, insanı yerli hissettirir.
Eldivenli ellerinizde sıcak bir kupa, ayaklarınızın altında ıslak taşlar… Bir an durur, bakarsınız.
Hiçbir şey satın almasanız bile orada bulunmak yeterlidir.
Çünkü Hamburg’un Noel pazarları bir tüketim alanı değil, bir mevsim hâlidir.
Musluktan akan güven Hamburg’da insanın farkına varmadan alıştığı şeylerden biri musluktan su içmektir.
Burada bu, sıradan bir gündelik davranış olmanın ötesinde, kente duyulan güvenin sessiz bir ifadesidir.
Şehrin içme suyu büyük ölçüde Elbe havzasındaki yeraltı sularından sağlanır.
Çevresi sıkı biçimde korunan su havzalarında, su kum ve çakıl tabakalarının içinden süzülerek doğal olarak filtrelenir; bu nedenle ağır kimyasal işlemlere gerek kalmaz.
Restoranlarda masaya gelen sürahideki su çoğu zaman şişeden değildir.
Kimse bunu yoksunluk olarak görmez.
Aksine bu durum, kamusal altyapının başarısıdır.
Plastik şişe tüketiminin görece azlığı da buradan gelir.
Hamburg yurttaşına yüksek sesle değil, musluktan akan suyla şunu söyler: “Ben görevimi yapıyorum.” Aralık soğuğunda bir ev mutfağında ya da bir restoranın arka bölümünde musluktan akan o soğuk suyu içtiğinizde, bunu hissedersiniz.
Su burada yalnızca içilmez; korunur.
Şantiye kent Hamburg’da gözden kaçması mümkün olmayan bir başka gerçek de son yıllarda sayıları giderek artan inşaatlar ve buna bağlı olarak yoğunlaşan trafik.
Vinçler, iskeleler, kapatılmış sokaklar… Şehir âdeta bir şantiye kentine dönüşmüş gibi.
Uzun soluklu bir dönüşüm yaşandığını söylüyorlar; buna inanmak zor değil.
Özellikle HafenCity bölgesi bunun en somut örneği.
Eski liman depolarının yerini alan yeni konutlar, ofisler, kültür yapıları… Hamburg genişlemekten çok, kendini yeniden kuruyor.
Elbphilharmonie bu dönüşümün simgesiydi; ardından gelen yapılar bunun tekil bir mimari jest olmadığını kanıtlamayı hedefliyor.
Bir sokağın kapalı olduğunu görüyorsunuz; biraz ileride başka bir kaldırım sökülmüş, köşede yeni bir iskele yükselmiş… Gürültü var ama kaos yok.
İnşaat burada acele değil, disiplinli bir sabır işi.
Bu yüzden bazıları yıllarca bitmiyor!
Hamburg’da su, inşaat ve kültür birbirinden bağımsız başlıklar değil; aynı cümlenin üç kelimesi âdeta.
Musluktan içilen su, göze sokulmadan akan bir kamusal sözleşme: “Bu şehir seni düşünüyor.” Vinçler, iskeleler, sökülmüş kaldırımlar ise aynı sözleşmenin gelecek zaman kipi: “Daha iyisini kurmaya çalışıyorum.” Su geçmişten gelir; yüzyılların bilgisiyle, sabırla süzülerek… İnşaat geleceğe bakar; gürültülüdür ama amaçsız değildir.
Kültür ise bu ikisi arasında kurulan denge sanatıdır.
Ne yalnızca korumak ne de yalnızca yıkıp yapmak… Hamburg’un asıl başarısı, bu üçlüyü birbirine düşürmemesidir.
Belki de bu yüzden Hamburg yaşanır bir kent: Su gibi akmayı bildiği için, inşaat gibi emek verdiği için, kültür gibi düşündüğü için… Ayağa kalkarken opera Hamburg, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ayağa kalkarken ilk iş olarak operasını inşa etmiş bir şehir.
Bu bir tercih değil, bir duruş.
Elbe’nin kıyısında yükselen Elbphilharmonie, bu duruşun çağdaş ifadesi.
Eski bir liman deposunun üzerine oturan bu yapı, yalnızca bir konser salonu değil; kentin kendine duyduğu saygının mimari karşılığı.
Anleger 1870’te hayat Hamburg’a gelip de konuğu olduğum sevgili dostum Abi’nin Anleger 1870’ini anlatmamak olmaz.
Alster’e akan Mundsburger Kanalı üzerindeki 155 yıllık köprünün ayağında duran bu mekân, yalnızca bir restoran değil; bir yaşam alanı.
Yazın kalabalık, Aralık’ta daha içine kapanık… Ama her mevsim sahici, kışları nehir kenarındaki camdan kulübeleriyle bir başka romantik.
Üstelik kuzeyin o gri soğuğunda, tabaklara güneş gibi doğan, taze lezzetlerin kokusuyla harmanlanmış nefis bir Akdeniz mutfağı sunuyor.
Anleger’de otururken, özellikle kışın o cam kulübelerde –nehrin kenarında, gri soğuğun ortasında ışıkla ısıtılmış küçük dünyalarda– bu kontrast daha da belirginleşir.
Dışarıda Elbe’nin rüzgârı Alster’i dalgalandırırken, içeride tabaklara güneş gibi doğan Akdeniz lezzetleri: Taze zeytinyağlı enginarlar, limonlu deniz mahsulleri, baharatlı risotto… Kuzeyin melankolik griliğine karşı Akdeniz’in sıcak sarısı, turuncusu.
Sanki o kulübeler, Hamburg’un soğuğunu bir anlığına eritip Güney’i buraya taşıyor; insanın içini ısıtıyor, özlemleri yumuşatıyor.
Anleger’de otururken Hamburg’un bana hep birkaç damla gözyaşı da getirdiğini düşünürüm.
Sevgili Demir… Gökgöl.
Birlikte yürüdüğümüz o sokaklar, paylaştığımız o sessiz anlar...
Ohlsdorf Mezarlığı’nda yatan ama sesi hâlâ bu şehrin bazı köşelerinde dolaşan dostumuz Demir.
Onun yokluğu, Abi’nin de benim de Hamburg’umuzu eksik bıraktı – sanki Alster’in sularına düşen bir yaprak gibi, sessizce ama kalıcı.
Bazı şehirler, insanın hayatına kayıplarıyla da bağlanır; Hamburg benim için öyle: Dostlukların sıcaklığıyla ısınır, yoklukların hüznüyle derinleşir.
Gidilen değil, dönülen yer Hamburg’u seviyorum; çünkü şehirleri güzel kılanın yalnızca mimari, müze ya da ekonomi olmadığını biliyorum.
Kentleri asıl yaşanır kılan, insanlarıdır.
Dostluklar.
Paylaşılan suskunluklar.
Birlikte içilen kahveler.
Bu defasında Aralık ayının soğuğunda, Noel pazarlarının ışığında, Alster kıyısında yürürken şunu bir kez daha düşündüm: İnsan bazı şehirlere gitmez; onlara döner.
Musluğundan güvenle su içebildiğiniz, vinçlerin gürültüsünde geleceği duyabildiğiniz, ışıkları altında zamanı yavaşlatabildiğiniz bir şehir… Hamburg benim için hep öyle bir yer… GÖK ile ZEMİN arasında: Mardin’in geleneksel bienal yolculuğuYaşam Keyfi