Haber Detayı

Murat Ülker Ayşe Buğra’nın kitabını kritik etti... Bakın neyi eleştirdi
Güncel odatv.com
31/12/2025 10:17 (3 saat önce)

Murat Ülker Ayşe Buğra’nın kitabını kritik etti... Bakın neyi eleştirdi

İş insanı Murat Ülker Ayşe Buğra’nın “Kapitalizm Tarihi İçinde Sosyal Politika” eseri üzerinden sosyal politika hakkında düşüncelerini kaleme aldı.

İş insanı Murat Ülker “Tarihte, toplumda sosyal politika” başlıklı yazısında Ayşe Buğra’nın “Kapitalizm Tarihi İçinde Sosyal Politika” isimli eserini inceledi. “İNSAN DİNLE, KÜLTÜRLE YOĞRULMUŞTUR”Ayşe Buğra’nın güçlü bir tarihsel analiz yaptığını ancak insanı yalnızca Batı aklıyla okuduğunu kaydeden Ülker, “Oysa insan, farkında olsun olmasın, dinle, kültürle ve medeniyetle yoğrulmuş bir varlık.

Sosyal politika bu kökleri dışarıda bırakarak düzenlenirse eksik kalır” ifadelerini kullandı.

Ülker şunları kaydetti:Bir toplumda yardım herkesin sahip olduğu bir hak mı, ayrıcalık mıdır?

Dayanışmanın ve yardımlaşmanın kökenini ve sınırlarını hangi değerler oluşturur?

Sosyal politika ihtiyaçları tanımlarken bu sorulara verilen yanıtlarla biçimlenir; toplumda kimlerin “bizden” sayıldığına dair sınırları belirler.

Ayşe Buğra, “Kapitalizm Tarihi İçinde Sosyal Politika” isimli eserinde sosyal politikanın tarihsel seyri boyunca bu sorulara verilen cevapların ne şekilde değiştiğini ve bu değişimlerin toplumsal düzenle olan ilişkilerini çok iyi bir şekilde aktarıyor (1).

Kendisi muhakkak çok değerli bir bilim insanı, fakat bu çalışmada hiç olmazsa bir nebze, hani mukaddimede olsun diğer …izmlerden ve dinimizde konunun ele alınışını da aktarabilirdi.

Zira bugün imansız olanlarımızın bile özünde bulunan yaşadığı ortam ve geçmişinin nasıl yoğrulmuş olduğudur.

Bugün Batı medeniyetinin özünde Roma ve Grek düşüncesi ile eski ve yeni ahit dini düşüncesinin etkisi inkar edilemez.

Yine Macarlar özlerini Hun Türklerine dayandırarak iftihar ederler ve ilk Türkolojiyi kuran onlardır.

Özetlersem Ayşe Buğra çok güçlü bir tarihsel ve kurumsal analiz yapıyor ama insanı yalnızca Batı aklıyla okuyor.

Oysa insan, farkında olsun olmasın, dinle, kültürle ve medeniyetle yoğrulmuş bir varlık.

Sosyal politika bu kökleri dışarıda bırakarak düzenlenirse eksik kalır.

KARMAŞIK YAPI Uygarlıklar toplumsal hayatı yalnızca ekonomi üzerinden değil, kurumları, ilişki biçimleri ve değer yargıları üzerinden şekillendirir.

Bu karmaşık yapıda sosyal politika çoğu zaman görünmeden varlığını sürdürür.

Hak, yurttaşlık, dayanışma, yardım gibi kavramlar her uygarlıkta yeniden tanımlanır.

Dolayısıyla tarih içinde sosyal politikayı incelemek toplumun kendini nasıl organize ettiğine dair bize önemli ipuçları verir.Sosyal politika, toplumun kendini nasıl tanımladığı, adalet ve kapsayıcılık anlayışıyla ilişkilidir.

Sosyal politikanın mali yönlerini ahlaki ve siyasi anlayışlar belirler.

Bir toplumun sosyal politikasının tarihine bakarak bunlar daha rahat anlaşılır.SOSYAL POLİTİKA Ayşe Buğra, iktisat sosyolojisi ve siyaset kuramı arasında kurduğu düşünsel anlayışla tanınan, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim üyesi, sosyal politika forumu Uygar Merkezi’nin kurucu başkanlarından ve de iktisadi düşünce tarihi, iktisat metodolojisi, karşılaştırmalı sosyal politika ve gelişme iktisadı gibi alanlarda çalışmalar yürütüyor.Kitapta yer verilen tarihsel çözümlemeler, farklı dönemlerin sosyal politika anlayışlarını kendi siyasal ve ekonomik bağlamları içinde ele alıyor.

Buğra, yardımın kamusallaşmasından disipliner yoksulluk rejimlerine, sanayi toplumundaki işçi taleplerinden refah devleti uygulamalarına, neoliberal dönüşümden pandemi sonrası kriz arayışlarına kadar uzanan oldukça geniş bir çerçeve sunuyor.Kitapta çizilen kronoloji doğrultusunda bazı sorunların nasıl ortaya çıktığını görmek, bugünü ve yarını anlamaya çalışırken işimize yarayabilir.

Benim geçmişe bakarak bugünün sorunlarına çözüm aramak gibi bir gayem yok, bunu da belirteyim.YARDIMIN KAMUSALLAŞMASI, VİVES VE MODERN SOSYAL POLİTİKANIN KÖKLERİ16. yüzyıl Avrupa’sında Feodal sistemin gevşemesiyle birlikte köylülerin toprakla olan bağı zayıflamış, kentlere doğru kayan nüfus ile birlikte yoksulluk daha da görünür hale gelmişti.

Kilisenin zayıflayan otoritesi geleneksel yardım ağlarının sürdürülebilirliğini tehdit ediyor; temelini dini öğretilerden alan sadaka kültürü, artan ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalıyordu.

Değişen koşullar karşısında toplum, yardımın hem biçimini hem de ne anlama geldiğini yeniden düşünmeye ve yeni bir sistem oluşturmaya mecbur kalmıştı.Bu düşünsel ve toplumsal boşlukta ortaya çıkan figürlerden biri Juan Luis Vives’tir.

Vives, yoksulluğu rastlantısal bireysel eksiklikler üzerinden değil, toplumsal yapının kaçınılmaz bir parçası olarak alır.

Yoksulluk, toplumun tümünü ilgilendiren bir sorundur ve bu nedenle çözümü kamusal sorumluluk içinde aranmalıdır.

Artık yardım sadece ahlaki bir eylem değil, yönetişimle ilişkilidir.

Onun görüşlerinin Birleşmiş Milletler’in belirlediği 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin ilk sırasında yer alıyor olması oldukça manidar ve düşündürücü geliyor bana.Vives’in önerdiği model, yerel yönetimlerin yardım süreçlerini düzenli hale getirmesi, ihtiyaç sahiplerinin tespit edilmesi ve yardımların belirli kurallar çerçevesinde dağıtılması üzerine kuruludur.

Düzenleme sadece kaynakların verimli kullanımına değil, aynı zamanda yardım alan bireylerin davranışlarını gözlemleme ve denetleme amacına da hizmet eder.

Vives, yardımı koşullara bağlar.

Çalışabilecek durumda olanların işgücüne katılması, yardımı alabilmek için belirli yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğini savunur.

Ortaya koyduğu bu perspektif, yardımı hem koruyucu hem de düzenleyici, stratejik anlamda kurgulanması ve uygulanması gereken bir araç haline getirir.Kitap, Vives’in bu yaklaşımını modern sosyal politika düşüncesinin erken bir biçimi olarak değerlendiriyor.

Vives’in önerisinde dikkat çekici olan yalnızca yardımın sistemleştirilmesi değil, aynı zamanda bu sistemin toplumun kendini nasıl tanımladığına dair ipuçları sunmasıdır.

Yardımın kime verileceği kadar, kime verilmeyeceği meselesi başlı başına bir sınır çizer.

Çizilen bu sınır, hangi profilin topluma ait; hangi profilin ise toplumun dışında bırakılacağını net olarak ayırır.

Öne çıkan bir diğer nokta, yardımın yalnızca eşitsizliği gidermek için değil, toplumsal istikrarı sağlamak adına yapılandırılmış olmasıdır.

Bu yönüyle yardım, dönemin siyasal ve ahlaki düzen anlayışının bir aracı haline gelir.Gerçekten de tarihte ve günümüzde yardımın toplumu yönlendirici, hatta inşa edici etkisini biliyoruz.

Mesela, yıllar önce zekatı anlatırken bir ecnebiye, o “Ben biliyorum, tabii bizim gibi sosyal devlete haiz olmayan toplumlardaki yapıdır.” demişti.

Rahmetli T.

Özal’ın kurduğu Fak Fuk Fon da bence benim şahit olduğum bizim cumhuriyetteki ilk uygulama idi.

Fakat bizde emeklilik ve sigorta paraları hatta münhasır vergiler hep başka işler için kullanıldığından verimli çalışan, güvenilir bir sistem var olamamıştır.

Günümüzde mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesinin öğrenci bursu uygulaması ve sair yerel idarelerin, tüm vakıf, derneklerin neredeyse tüm talebeler için eğitim masraflarının şeriatta açıkça belirtilmemesine rağmen zekatın en büyük kısmının harcandığı kalem olması, aslında yardım ekonomisinin boyutunu ve gücünü aksettirmektedir.Bir sosyal politika açısından İslam’da zekata tekrar dönecek olursak, zekat zaten bakmakla yükümlü olduğunuz aile bireylerine verilmez ve fakat din, dil, ırk gözetmeksizin tüm insanlara verilir.

Ölçü olarak coğrafi ve sosyal yakınlık, yani komşuluk, yolculuk ve sempati sebebiyle kurulan sosyal ilişki verilmiştir.

Miktar ise bir yıllık asli ihtiyaç harici borçsuz “mal”ın (“mal” gayrimenkul ve alet edevatı kapsamaz) tutarından kırkta bir olarak tespit edilmiştir.

Yıllık asli ihtiyaç ise barınmak, binek, beslenme ihtiyaçlarının giderilmesi için ayrılacak meblağdır.

Bugün bu yıllık olarak aylığınız ve sair gelirlerinizden, kiracı iseniz kiranız, binek için en azından toplu taşıma giderleriniz ve yine yıllık beslenmek, giyim gibi ihtiyaçlarınız için ayrılan meblağdır.

Bunun dışında kalan fazla “mal”ınızın tutarının 653 gr. buğdaydan fazla olan tutarı için kırkta birdir yani %2,5.

Niçin sıkça duyduğunuz gibi altın veya gümüş demedim, çünkü gümüş artık neredeyse bir değerli maden ve tedavül vasıtası olmaktan çıkmıştır; altın ise artık para olarak kullanılmıyor, ziynet harici devletlerin hazinelerinde tuttukları bir zenginlik haline gelmiştir.

Piyasada spekülasyona tabiidir.

Malum Hz.

Peygamber zamanında zekat nisabı, yani matrahına ölçü birimi olarak altın, gümüş, hurma, buğday ve malum hayvanlar bildirilmiştir.

Bugün ise sadece buğday global ölçekte ticareti yapılan ve fiyatı piyasada tespit olanıdır.

Zekata ölçü olarak buğday fiyatı alınmalıdır.

Bu tespit benimsenirse nisap düşük olacak ve zekat veren insan adedi artacaktır.

Tabii ki bunun da birçok sosyal yansıması olacaktır.Vives’in önerdiği kamusal yardım sistemi, 16. yüzyıl sonrası Avrupa’da kurumsal biçimlere kavuşsa da sosyal sorunların yönetimi uzun süre çelişkili ve problemli yollarla sürdürülmüştür. 17. ve 18. yüzyıllar boyunca yoksulluk, bir yandan dinsel hayırseverlik ve yerel topluluk ağları üzerinden hafifletilmeye çalışılırken, diğer yandan artan işsizlik ve göç hareketleri karşısında tehdit olarak da görülmeye başladı.

Merkezileşen devlet yapıları, yardımın biçiminden çok etkisini ve sınırlarını tartışmaya açtı.

Bu süreçte yardımın giderek daha fazla denetimle, dışlamayla ve disiplinle yürütüldüğü bir dönem olmuştur.

Neticede 19. yüzyılda modern kapitalist toplumda sosyal politika yeniden kurgulanmıştır.19.

YÜZYIL İNGİLTERE’SİNDE YARDIMSanayi Devrimi öncesi İngiltere’de yoksullukla baş etme çabalarında, hala yerel düzeyde örgütlenen geleneksel yardım ağları başı çekiyordu.

Tarımsal düzenin çözülmesiyle birlikte kırsal alanlardan kentlere göç hızlandı, geçim biçimleri değişti, toplumsal bağlar yeniden tanımlandı.

Emeğin bir ücretlendirmesi olması gerektiği fikri yaygınlaştıkça, yoksulluk yeni biçimler aldı.

Sürekli olmayan gelir, güvencesiz çalışma ve kalabalık kent yaşamı, eski yardım sistemlerini yetersiz kıldı.

Toplumsal düzenin yeniden inşa edildiği bu dönemde, yardım sistemleri de bu değişime uyum sağlamak zorunda kaldı.

Toplumun karşısındaki temel mesele artık sadece yoksulluğa yanıt vermek değil, bu yoksulluğun doğurduğu toplumsal huzursuzluğu bastırmaktı.

Yardım, bu noktada yalnızca koruyucu ve destekleyici değil, aynı zamanda disipline edici bir işlev de üstlendi.Mesela çalışabilir olmak, yardım alma hakkını ortadan kaldıran bir koşuldu.

İleride çıkan yasalar yardım alma koşullarını büyük ölçüde sertleştirir.

Yardım yalnızca workhouse adı verilen yoksullar evlerinde sağlanacak, bu evlerin koşullarıysa caydırıcı olacak şekilde düzenlenecektir.

Workhouse’lar, yardımın kamusal bir hak olmaktan çok, “son çare” olarak değerlendirilmesini amaçlayan kurumlardı.

Kurulan yapılar hem fiziksel hem de toplumsal olarak dışlayıcıydı.

Yardım, adeta bir tür ceza rejimine dönüşmüştü. “Bizim gibi olmanın yükümlülüklerini yerine getirmelisin mesajı” veriliyordu.

Aylaklık ve başarısızlık, artık yalnızca bireysel yetersizlik olarak değil, toplumsal normlara aykırılık olarak görülmeye başlanmıştı.Bu dönemi sosyal politikanın dışlayıcı yönünün keskinleştiği bir eşik olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmaz.

Yardımın kurumsallaşması, aynı zamanda toplumun kendi sınırlarını nasıl çizdiğine dair önemli ipuçları sunar.

Kimlerin “hak eden”, kimlerin “tembel” ya da “ahlaksız” sayılacağı, yalnızca ekonomik değil; siyasal ve ahlaki bir ayrımın da temelini oluşturur.

Yardım bir haktan ziyade, belirli toplumsal normlara uyumun karşılığına dönüşür.

Bu normların dışına çıkanlar yalnızca sistemden dışlanmaz, aynı zamanda toplumsal değerlerden de uzaklaştırılır.19. yüzyıl İngiltere’sinde şekillenen bu anlayış, modern sosyal politika tarihinin sonraki evrelerinde de etkisini sürdürmüştür.

Yardımın bir yönetişim aracı olarak kullanılmaya başlanması, sosyal politikanın yalnızca koruma değil, aynı zamanda davranış biçimlerini düzenleme aracı olarak tasarlandığını gösterir.

Böylece sosyal politika toplumu bir arada tutmaktan çok, toplumu belirli bir yapıya sokmaya hizmet eden bir mekanizmaya dönüşmeye başlamıştır.Bizde durum çok benzer şekilde cereyan etmektedir.

Toplumdaki çeşitli görüşlerin elinde bulunan yardım mekanizmaları artık bu görüşlerin uzantısı olan politik parti veya çıkar gruplarının destekçisi olmalıdır ki yardım alabilsin.

Yardım almanın tek şartı olması gereken muhtaç olmaksa ancak diğer ön şartlardan sonra geçerli olmaktadır.19. yüzyılın ortalarında Sanayi Devrimi’nde değişen üretim biçimleri ile birlikte zamanın ve bedenin kullanımı değişmiştir.

Fabrikalarla birlikte zamanın ve emeğin örgütlenme biçimi değişti.

Gündelik hayat, makinelerin temposuna göre yeniden biçimlendi.

Köydeki gibi yıla yayılan ekim, çapa, hasat sezonları veya hayvanların her gün de olsa beslenme, bakım, sağım, kırkılma veya kesilmesi şartlarının ritmine uygun değil, sanayide 7 gün 24 saat ritmi ve gün be gün artması gereken verimlilik ölçümleri vardı.

Bu dönemde doğan işçi sınıfı artık hak talep eder duruma geldi.

Bu durum, mevcut sosyal politika düzeninin sınırlarını zorlayacak; yardım ve disiplinle örülmüş yapıların karşısına eşitlik, güvence ve insanca yaşam gibi değerleri çıkaran yeni bir dönemi başlatacaktır.Aslında yerel, toprağa bağlı bir kölelik olan feodal serf sistemi sanayi devrimi ile çökmüş; ama toplumun sosyal politikası ile bu sefer işçiler bir köle gibi çalıştırılmaya başlanmış ve bu kitleler için komünizm bir sığınak olarak görülmüştür.SANAYİ DEVRİMİ VE EMEK MÜCADELESİNİN TOPLUMSALLAŞMASIBu dönemde gündem, sosyal politikanın yalnızca devletin uyguladığı bir politikadan ziyade, toplumsal taleplerin baskısıyla şekillenen bir alan olduğunu da açıkça ortaya koyar.

Çocuk emeği karşıtı kampanyalar, grevler, sendikal örgütlenmeler yalnızca ekonomik çıkarların değil, aynı zamanda insan onurunun savunusu olarak kendini konumlandırır ve toplum nezdinde yankı bulur.

Böylece sosyal politika teknik bir düzenleme alanı olmaktan çıkıp, toplumun kendi adalet anlayışıyla yüzleştiği ve çözüm üretmeye çalıştığı bir alana dönüşür.Sanayi toplumunda ortaya çıkan bu talepler, emek ilişkileri devletin toplumsal sorunlara yaklaşımını da dönüştürmüştür.

Artık yardım ya da hak talepleri yalnızca hayır kurumlarının değil, merkezi otoritenin de sorumluluğu olarak algılanmaktadır.

İşçi sınıfının sesinin yükseldiği ve gücünün arttığı bu dönemde, devlet bu sesin bastırılamayacağını anlamış; bunun yerine yöneterek karşılanması gerektiği fikrini benimsemiştir.

Bu ortamda yeni bir siyasi strateji olarak geliştirilen refah politikaları hem düzenin korunması hem de toplumsal huzurun sağlanmasına yardımcı oldu.

Bunu keşfeden politikacılar tarafından sahiplenildi.DEVLET MÜDAHALESİ İLE REFAHIN SİYASAL STRATEJİ OLARAK İNŞASI19. yüzyılın son çeyreğinde yaygınlaşan yoksulluk ve işsizlik sanayileşmenin oluşturduğu toplumsal sorunlar olarak devletin gündemine alınmıştır.

Bu dönemde işçi sınıfı örgütlenmiş, talepleri artmış; grevler, protestolar ve çeşitli sebeplerden dolayı yaşanan siyasal hareketlilik birçok Avrupa ülkesini etkilemiştir.

Bu dönemde sosyal yardım siyasal bütünlüğün korunmasına yönelik bir araç olarak görülmüş.Almanya’da Otto von Bismarck’ın uygulamaları, toplumda yaşanan bu dönüşümü açıklayan iyi örneklerdendir.

Bismarck, işçi sınıfının büyüyen taleplerini ve sosyalist hareketlerin artan etkisini doğrudan bastırmak yerine, bu talepleri sınırlı ölçüde karşılayan bir sosyal güvenlik sistemi kurarak siyasal dengeyi korumayı hedefler. 1880’lerde yürürlüğe giren sağlık sigortası, kaza sigortası ve emeklilik gibi düzenlemeler bu stratejinin ürünüdür.

Hayata geçirilen uygulamalar, modern refah devleti yapısı altında hayata geçirilen ilk uygulamalar olarak değerlendirilir.

Kurulan bu yeni düzen, işçi sınıfını sisteme entegre etmenin dolaylı yollarından biri olarak değerlendirilebilir.Bu müdahale biçimi, sosyal politikanın siyasal alanla kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlar.

Yardım artık yalnızca muhtaçlara yönelik değildir.

Belirli bir emek rejimine dahil olan yurttaşlara yönelik bir düzenleme halini alır.

Bu da hak ve ayrıcalık arasındaki sınırların daha keskinleştiği, sosyal politikanın dahil edici olduğu kadar dışlayıcı da olabildiği bir dönemi başlatır.

İşçilerin devlete bağlılıkları, sosyal yardımlardan yararlanabilmenin koşullarından biri haline gelir.Refah devletlerinin erken dönemlerinde ortaya çıkan koruma ve yönlendirme işlevleri, ilerleyen dönemlerde sosyal politikanın taşıyacağı yapısal gerilimlerin de habercisi olacaktır.

Devletin sosyal politikanın asli öznesi haline geldiği bu dönem, yardımın anlamını da dönüştürür.

Artık yardım, sessizce verilen, bir elin verdiğini ötekinin görmediği bir destek olmaktan çıkmıştır.

Toplumsal düzenin sürekliliğini sağlayan, yurttaşlığı belirleyen stratejik bir müdahale biçimidir.Devletin sosyal politika alanına doğrudan müdahil olduğu bu dönem yalnızca yeni düzenlemelere değil, bu düzenlemelerin dayandığı kabullere yönelik eleştirilere de sahne olur.

Yardımın disiplinle, hakların sadakatle, yurttaşlığın itaatle eşleştirildiği bu yapı, bazı düşünürler tarafından hem insani değerler hem de toplumsal bütünlük açısından sorgulanır.

Toplumsal düzenin yalnızca iktisadi rasyonaliteye göre kurulamayacağına inanan kişiler, sosyal politika anlayışına ahlaki bir zemin kazandırmaya çalışır.RUSKİN VE OASTLER19. yüzyıl boyunca gelişen sosyal politika uygulamaları, sanayi toplumunun ihtiyaçlarını önceliklendirmişti.

Bu dönemde ortaya çıkan sosyal politika uygulamaları, yalnızca yoksulluğa çözüm üretme arayışı değildi.

Aynı zamanda yardımın belirli koşullara bağlanması, emeğin piyasa değeriyle ölçülmesi ve yurttaşlığın üretkenlikle ilişkilendirilmesi gibi varsayımları da içeriyordu.

Toplumsal düzenin yalnızca iktisadi akla göre kurulamayacağına inanan bazı düşünürler, sosyal politikanın taşıdığı insani ve ahlaki boyutlara dikkat çekti.John Ruskin ve Richard Oastler, bu alandaki önemli isimlerinden.

Her ikisi de dönemin sosyal politika anlayışının yeterli olmadığına inanır.

Yalnızca yoksulluğu azaltmakla yetinmeyen, insan onurunu ve toplumsal dayanışmayı önceleyen bir yaklaşımı savunurlar.

Oastler, özellikle çocuk emeğine karşı yürüttüğü mücadeleyle tanınır.

Ona göre sanayi toplumunun kar odaklı yapısı, çocukları hem bedensel hem ruhsal olarak tüketmektedir.

Bu durum yalnızca bireyleri değil, toplumsal yapının ve toplum değerlerinin bütününü de tehdit eder.

Bu bağlamda düşünüldüğünde yardımın yalnızca ekonomik bir müdahale olarak değerlendirilmesi sorunlu bir yaklaşımdır.

Yardım ve dayanışma, toplumsal sorumluluk anlayışının bir parçası olmalıdır.Ruskin’in yaklaşımı ise daha geniş bir toplumsal eleştiriyi içerir.

Ona göre piyasa mantığı toplumun tüm değer alanlarını kuşatmıştır.

İşin değeri yalnızca verimle, insanın kıymeti yalnızca üretkenlikle ölçülür hale gelmiştir.

Bu durumda yardım ya da sosyal koruma, ancak sistemin dışında kalanlara yönelik geçici bir jest olmaktan öteye geçemez.

Ruskin, sosyal politikayı toplumun adalet duygusunu yeniden inşa edebileceği bir alan olarak düşünür.

Bunun sağlanması için merhamet, dayanışma, hakkaniyet gibi piyasa tarafından üretilmeyen insani değerlerin toplumsal yaşamda yeniden etkin hale getirilmesine işaret eder.Yani bu dönemde edilen yardım kadar, yardımın arkasındaki düşünce tarzı da sorgulanır.

Böylece sosyal politika, sadece devletin aygıtı olmaktan çıkar ve özenle yanıtlanması gereken bir soruya dönüşür: Bir arada yaşamak neyi gerektirir?

Toplumsal vicdanın mesele haline getirdiği yoksulluk, yalnızca bir gelir eksikliği değil, aynı zamanda bir yer eksikliği, bir aidiyet kaybı olarak da görülmeye başlandı.EVSİZLİK, RESTORASYON VE AİDİYETİkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın birçok şehri yalnızca fiziksel olarak değil, toplumsal olarak da harap olmuştur.

Savaş hem kentlerin dokusunu hem de toplumsal bağları sarsmıştır.

Bu dönemde sosyal politika, yalnızca ekonomik yoksunluklara değil, insanların yaşam alanlarına ve aidiyet hislerine yönelen bir düzlemde yeniden şekillenir.

Barınma, artık yalnızca bir ihtiyaç değildir.

Birlikte yaşamanın, toplumsal bağın ve yurttaşlığın yeniden inşa edileceği bir alan olarak görülmeye başlanır.

Bu dönemde barınma hakkı, sosyal politikanın merkezinde yer alan bir meseleye dönüşür ve insan onuruna yakışır bir yaşamın önkoşullarından biri olarak kabul görmeye başlar.Dönem içerisinde hakim olan genişletilmiş sosyal politika anlayışı, zamanla daralmaya başlar.

Özellikle 1980 sonrası neoliberal politikaların etkisiyle barınma kamusal bir hak olarak görünmekten çıkar, bireysel sorumluluğun bir alanı haline gelir.

Konut politikaları piyasa mekanizmalarına devredilir.

Sosyal konut üretimi geriler, kiracılık güvencesizleşir.

Bu dönüşümün toplumsal aidiyet duygusu üzerinde de çeşitli etkileri olmuştur.

Evsizlik sosyal politikanın dışına itilmek anlamına gelmektedir.

Evsiz kişi, sistemin dışında kalmıştır.

Kimin nerede yaşayabileceği artık toplumsal aidiyet ile ilgili bir meseledir.Evsizlik örneği, sosyal politikanın kamusal dışlanma yoluyla oluşan bir çeşit susturucu görevi gören etkisini de görünür kılar.

Yardım ancak belirli normlara uyan, belirli çerçevelere dahil olan birey için mümkündür.

Bu sınırın dışında kalanlar, çoğu zaman yalnızca destekten değil, toplumun ilgisinden de yoksun kalır.

Yardım almamak, aynı zamanda konuşulmamak anlamına gelir.

Sessizlik burada bir yönetim biçimi olarak işler.Barınma hakkı üzerinden görünür hale gelen dışlanma biçimleri, yalnızca bireysel trajedilere değil, sosyal politikanın bütününe dair bir sorgulamaya kapı aralar.

Bu sorgulama, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde belirginleşen neoliberal dönüşümle birlikte daha da derinleşir.

Refah devleti, bir süreliğine yurttaşlığı tanımlayan temel yapı olarak işlev görmüş; ancak bu yapı zamanla yerini bireysel sorumluluk, piyasa uyumluluğu ve performans beklentisiyle tanımlanan yeni bir düzene bırakmıştır.NEOLİBERAL DÖNÜŞÜM20. yüzyılın ortalarında inşa edilen refah devleti kavramında yurttaşlık sadece siyasal katılım değil, sosyal haklarla birlikte düşünülüyordu.

Eğitim, sağlık, barınma gibi alanlarda sunulan kamu hizmetleri, eşitlik ilkesine dayalı bir yurttaşlık anlayışının sonucuydu.

Bu model, 1970’lerden itibaren değişen iktisadi ve siyasal koşullar karşısında zayıflamaya başladı.

Yaşanan küresel krizler, kamu harcamalarının sınırlandırılması yönündeki baskılar ve piyasa mekanizmalarının yeniden öncelik kazanması, refah anlayışını temelden sarstı.

Bu dönemde bireyin sorumluluğunu merkeze alan yeni bir yurttaşlık anlayışı geçerli olmaya başladı.

Oluşturulan bu yeni modelde yardım, ancak bireyin belirli yükümlülükleri yerine getirmesi durumunda mümkündü.

Haklar çeşitli koşullara bağlıydı.

Sosyal destek, performansın ve piyasa uyumluluğunun karşılığında elde edilebilecek bir ayrıcalık olmuştu.Bu dönüşüm ile sosyal politika korumadan denetime, eşitlikten verimliliğe yönelmişti.

Kamusal hizmetler, özelleştirme süreçleriyle yeniden yapılandırıldı.

Eğitim ve sağlık gibi alanlar, artık herkesin hakkı olmaktan çıktı, erişim gücüne bağlı bireysel tercihler ve imkanlar olarak değerlendirildi.

Bu süreçte sosyal politika, dayanışmaya değil, bireysel rekabete dayanır.

Sosyal güvencenin yerini, riskin yönetilmesi alır.

Böylece sosyal politika, toplumun birlikte yaşama kapasitesini güçlendiren bir alan olmaktan çıkar, bireysel performansın takip edildiği bir değerlendirme sistemine dönüşür.Bunun en ileri uygulamasını Çin’de dedikodusu yapılan bireysel sosyal puanlama sisteminde ve ABD başta birçok Batı ülkesinde yurttaşlık haklarının kullanımının sosyal medya dedikodularına takılması olarak görüyorum.Neoliberal dönemde sosyal politikaya yönelik çokça eleştiriler yapısal bir alternatife dönüşmekte yetersiz kaldı.

Buğra’ya göre bu koşullar altında eşit vatandaşlık idealinin, neoliberal sosyal politika yaklaşımı içinde anlamı kalmamıştır.KRİZ VE YENİ BİR YOL ARAYIŞI: PANDEMİ SONRASI SOSYAL POLİTİKA VE BELİRSİZLİK2020 yılında ortaya çıkan küresel salgın mevcut sosyal politika anlayışlarının sınırlarını açığa çıkardı.

Birçok ülkede, piyasa merkezli yönetişim ilkelerinin olağan sayıldığı işleyiş askıya alındı.

Devletler doğrudan gelir destekleri, geçici sosyal yardımlar ve iş güvencesi önlemleriyle devreye girdi.

Bu gelişmeler, sosyal politikanın yalnızca teknik bir alan değil, aynı zamanda toplumsal varoluşun temel bileşenlerinden biri olduğunu gösterdi.Pandemi, yoksulluğun yalnızca gelir eksikliğiyle açıklanamayacak kadar çok boyutlu bir mesele olduğunu görünür kıldı.

Enformel istihdamın yaygın olduğu ve sosyal koruma ağlarının zayıf kaldığı toplumlarda, “evde kalmak” maddi anlamda imkansız hale gelirken; sağlık hakkına erişim, çalışma koşulları ve barınma gibi temel alanlardaki eşitsizlikler derinleşti.

Bu süreç hem düşük gelirli ülkelerde hem de refah sistemlerinin güçlü olduğu düşünülen gelişmiş ekonomilerde sosyal koruma sistemlerinin yetersizliklerindendi.

Özellikle yaşlı bakım kurumlarındaki ölümler, sağlık sigortası olmayan nüfusun durumu ve güvencesiz çalışanların korunmasızlığı gibi örnekler, güçlü görünen sistemlerin dahi etkisinin ve kapsayıcılığının sınırlı olduğunu gösterdi.Ayşe Buğra’ya göre pandemi karşısında geliştirilen sosyal politika önlemleri, standart neoliberal yaklaşımlardan sapma gösterse de büyük ölçüde geçici ve istisnai nitelikte kalmıştır.

Uygulanan kısa vadeli destekler, daha çok mevcut sistemin kırılganlıklarını hafifletmeye yöneliktir.

Yapısal eşitsizlikleri gidermeye dönük kalıcı bir yönelim ortaya çıkmamıştır.

Bu dönemde sosyal politikanın yeni ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap veren ve toplumun ortak yaşama biçimlerini yeniden oluşturabilen potansiyeline şahit olduk.

Kamusal sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi farklı toplumsal kesimlerin ortak kaygısı olmuştur.Bu kronolojide sosyal politika çoğu zaman gündelik siyasetin alt başlığı gibi görülse de aslında çok daha fazlasını ifade ediyor.

Bir toplum birlikte yaşamanın koşullarını neye göre belirler, adalet anlayışını nasıl kurar ve müşterek yaşamın sınırlarını hangi değerler çerçevesinde çizer?

Bu soruların yanıtlarını sosyal politika verir.

Pandeminin yarattığı toplumsal kırılma, bu soruları yeniden ve belki de daha geniş bir toplumsal vicdanla sormanın mümkün olduğunu hatırlatmıştır ama işler normalleşince eski tas eski hamam yine.Bir örnek olsun diye AMERİKA Birleşik Devletler, İngiltere Birleşik Krallık ve Türkiye Cumhuriyeti sosyal güvenlik sistemlerini hukuki yapısı, felsefesi ve kritik farklarıyla kısa ve net biçimde karşılaştırdım.Amerika Birleşik DevletleriHukuki–Felsefi Yapı: Liberal / birey merkezli sistem, Devlet asgari güvence sağlar, esas yük özel sektördedir, Anayasal bir “sosyal devlet” zorunluluğu yok.Ana Özellikler: Sosyal Güvenlik: Yaşlılık–malullük–ölüm aylığı (sınırlı), Sağlıkta: Medicare (65+), Medicaid (yoksullar), Emeklilik ve sağlıkta özel sigorta baskınABD’de Sosyal güvenlik hak değil, sınırlı bir koruma mekanizmasıdır.BİRLEŞİK KRALLIKHukuki–Felsefi Yapı: Sosyal refah devleti (Welfare State), Beveridge Modeli (Prim ödemeden devlet tarafından karşılanma), Devlet merkezi ve güçlü aktörAna Özellikler: National Health Service: Herkese ücretsiz sağlık hizmeti, Ulusal sigorta primleriyle finanse edilir, Asgari gelir ve sosyal yardımlar yaygındır.Birleşik Krallıkta sosyal güvenlik vatandaşlık hakkıdır.TÜRKİYEHukuki–Felsefi Yapı: Anayasal sosyal devlet, Kıta Avrupası / Bismarck modeli etkisi,Ana Özellikler: SGK tek çatı sistemi, çalışmaya dayalı prim esaslı yapı, genel Sağlık Sigortası ile evrensel kapsama geçiş, devlet katkısı yüksek.Türkiye’de Sosyal güvenlik hem hak hem yükümlülüktür.KARŞILAŞTIRMALI ÖZET TABLO: Kısaca ABD bireyi, İngiltere devleti, Türkiye ise anayasal sosyal dengeyi merkeze alır.Yazımda Ayşe Buğra’nın eseri üzerinden sosyal politika hakkında düşüncelerimi ortaya koymaya çalıştım.

Buğra’nın kitabı sizi yeni düşüncelere sevkeden her sayfasında toplumsal yapının başka bir katmanını görünür kılan zengin bir kaynak.

Konulara derinlemesine bakmak, yakın geçmişte Batı ‘da geliştirilen sosyal politika modellerinin yakın geçmişte nasıl sorgulandığını bilmek ve bu konulara kafa yormak isterseniz, bu kitabı ve belirttiğim ek kaynakları da edinmenizi öneririm.AYŞE BUĞRA KİMDİR19 Aralık 1951 doğumlu Ayşe Buğra Yüksek öğrenimini Kanada’da tamamladı ve McGill Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden doktora aldı.

Halen Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde öğretim üyesi ve kurucularından biri olduğu Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu UYGAR Merkezi’nin başkanı.

Uzmanlık alanları: iktisadi düşünce tarihi ve iktisat metodolojisi, karşılaştırmalı sosyal politika ve toplumsal cinsiyet çalışmaları, gelişme iktisadı ve girişimcilik tarihi.Kitapları: Türkiye’de Yeni Kapitalizm: Siyaset, Din ve İş Dünyası (Osman Savaşkan’la birlikte); Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika; Devlet ve İşadamları; İktisatçılar ve İnsanla; Devlet - Piyasa Karşıtlığının Ötesinde; Akdeniz’de Kadın İstihdamının Seyri (Yalçın Özkan ile birlikte derleme); Sınıftan Sınıfa (derleme); 21.

Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak (Kaan Ağartan ile birlikte derleme); Bir Temel Hak Olarak Vatandaşlık Gelirine Doğru (Çağlar Keyder ile birlikte derleme); Sosyal Politika Yazıları (Çağlar Keyder ile birlikte derleme).

Akademik dergilerde ve derleme kitaplarda yayımlanmış çeşitli makaleleri bulunan Ayşe Buğra, Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı eserini de Türkçe’ye çevirmiştir.Ayşe Buğra 1988 yılından bu yana Osman Kavala ile evli.Odatv.com

İlgili Sitenin Haberleri