Haber Detayı
Aydınlık’a merhaba
Aydınlık’a merhaba
Çocukluk yıllarının kahramanları bir ömür unutulmaz.
Bunlar bazen bir çizgi film karakteridir, bazen ise bir çocuk programının ekrana yansıyan yüzleri..
Bazen bir müzisyen veya geniş ailemizden bir büyüğümüz ya da yaşıtlarımızdan biri..
Benim kahramanlarımdan örnekler vereyim size...
Çizgi film kahramanı hiç şüphesiz yasanın koruyucusu Red Kit..
Bir çocuk programı sunan sanatçımız Barış Manço..
Büyük programları da izlerdik o yıllarda..
Zira TRT’de “+18” adlı bir sorunumuz yoktu..
Tek ve iki kanallı devlet televizyonu dönemlerinde ulusal medya görsel bir eğitim şöleniydi.
Can Akbeller, Halit Kıvançlar, Orhan Boranlar, Ertürk Yöntemler..
Dil güzeldi, Türkçe güzeldi; argo söze girmezdi..
Sanatçılarımız adeta sonsuzdu..
Kimler yoktu ki..
Haldun Dormenler, Levent Kırcalar, Erol Evginler, Zeki Mürenler, Zerrin Özerler..
Kemalettin Tuğcu kitapları ile başladığımız, Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Edmonde De Amicis’in Çocuk Kalbi’ne, Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sine kadar geniş okuma ağımız vardı..
O dünyalardan da kahramanlarımız olurdu..
Örneğin benim Çocuk Kalbi kitabındaki kahramanım baş karakter Enriko ve yine onun hayran olduğu “şimendiferin küçük oğlu”..
İl halk kütüphaneleri sayıca az ve erişimi zordu..
Siyah ve tertemiz önlüklerimizin olduğu ilkokuldan itibaren sınıf kütüphanelerimiz olurdu.
Yeni kitaplar ile yeni kahramanlar bulurduk kendimize..
Bazen güzel kitaplar olduğunu duyduğumuz yan sınıflarla da kitap değiş tokuşu olurdu..
Ortaokul yılları ki beşinci sınıftan sonra başlardı- ülke gündemini, siyaseti, toplumu keşfettiğimiz yıllardı..
Yeni kahramanlarımız muhteşem tarih karakterleri, devrimler yapan, devletler kuran büyükler, buluşlar yapan bilim insanları, büyük edebiyatçılardı..
En büyük kahramanımız hiç şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk ve onun askerleri ve Türk devriminin neferleriydi..
Nedense hep atamızın adını andığımda aklıma, hak ettiği tanınırlığı asla almayan (belki buna gerek de duymayan) müzisyen kahramanım Tuluyhan Uğurlu’nun muhteşem eseri “Mustafa Kemal ve Güneş’in askerleri” gelir..
Tarih sahnesine baktığımız zaman gururla “bizim” diyerek seslendiğimiz Hun Devleti’nden Mete Han’ı, Göktürk Devleti’nden Bilge Kağan’ı, Hazar Devleti’ni ve ondan koparak Nazım’ın deyimi ile bir kısrak gibi Akdeniz’e akan Selçuk Bey, oğulları ve büyük komutan Alp Arslan’ı unutmak mümkün müdür?..
Üzerinde misket çarpıştırdığımız, top oynarken düşüp, dizlerimizi parçaladığımız, kanımızın atalarımızın kanına karıştığı bu ipeksi halı gibi memleket toprağına bir tarihi nasıl ekmişlerdi bu koca yürekler..
Ortaokul- Lise yıllarımız, 80 darbesi sonrası “yasak kitaplar” yıllarıydı..
Merdiven altı satıcılarının en iyi müşterisi olmuştuk..
Darbenin kara propogandasını zihinlere yerleştirdiği “bütün -izmler kötüdür” anlayışı ile sosyalizm, komünizm, faşizm ve hatta liberalizm nedir, bunları anlatan hiçbir yayına erişim yoktu..
Hakeza 12 Eylül öncesi siyaset kitaplarına..
Bir şeyler kötüydü ama kötünün ne olduğunu anlatan kitapları okumak da kötüydü..
Kötüyü anlatmaktan dahi bu kadar korkulurdu..
Diğer yandan ortaokul ders kitapları Osmanlı’yı anlatır, Cumhuriyet tarihini anlatmaz, Osmanlı Edebiyatını anlatır Cumhuriyet edebiyatını anlatmaz, siyasete gelince her ikisini de anlatmazdı..
Çocukluk kahramanları listesini sürekli vatkalı ceketler ve kabarık saçlar yaptıran “sanat” erbabı zorlardı..
Oysa edebiyat ne kadar da önemliydi..
Nazım Hikmet’ten, Cemal Süreya’dan, Attila İlhan’dan ve adını sayamayacağımız nicelerinden Cumhuriyet Tarihi anlatan şiirler dinlemiştik..
Metin yazarları içinde Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Sait Faik ve şu an aklımıza gelmeyen niceleri yoktu okul kitaplarında..
Mavi Gözlü Devi, Göğe Bakma Durağı’nı, Yağmur Yüklü Bulutlar’ı okuyamadık o kitaplarda.. 1945 sonrası kurulan yeni dünya düzeninde Türkiye kendine yer ararken yapılacak olan seçimlerin nesillerin tarih algısına, kültürel ve sosyal eğitimine etkisi hiç mi düşünülmedi yoksa hayatta kalma zorunluluğu tüm bunları göz ardı mı ettirdi, bilemeyiz..
Ancak 1876’dan itibaren kıvılcım saçarak gelen Türk Devrimi 1923’te kurduğu Cumhuriyette daha ilk neslini yetiştirme fırsatı bulamadan ikinci savaş gelmiş daha büyük bir meydan okuma ile kapıya dayanmıştı..
Vatan evlatları babasız kalmasın, bağımsız kalsın, varlığın yegane güvencesi anneler, kızlar düşman elinde heder olmasın diye tarafsız kalmak için olağanüstü çaba sarf eden Kurtuluş savaşı kurmayı İsmet İnönü ve Kuvayı Milliye ve Cumhuriyet fedaisi Tevfik Şükrü Saraçoğlu’nun adları bugün futbol “mabed”lerinden silindi..
Savaştan sonra çocuklar babasız kalmasın diye “yeni jeopolitik” kararları alınmıştı..
Ordu, eğitim, sağlık sistemi gibi tüm kamu hizmetleri dahi yeni Dünya düzenini tasarlayan “galipler”in isteğine göre şekillenmişti..
Sonuç: Cumhuriyet’in yarım bırakılmış çocukları..
Sadece başlıklar, tarihler ve seçme olaylarla tarih bilgisine sahip, edebiyat bilmeyen, sanattan anlamayan çocuklar..
Dr.
Reşit Galip’i, Mahmut Esat Bozkurt’u, bilmeyen çocuklar..
Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un takdir edilesi çabalarına rağmen..
Bir çığlık gibi söndürülmüştü alevi Türk Devrimi’nin son safhası olan Cumhuriyetin..
İşte bu durum ve şartlar içinde görevini anımsayan Türk Devrimi’nin sahipleri, Mustafa Kemal Atatürklerin, Namık Kemallerin, Mithat Paşaların, Talat Paşaların torunları Cumhuriyetin yarım kalan hedeflerini anlatmak için bir eğitim seferberliği tasarladılar..
Yazdılar, çizdiler, meydanlara çıkıp topluma mesaj verdiler..
Gerektiğinde yüzüklerini, paltolarını satıp, evdeki ekmekten tuzdan keserek, cezaevi mektuplarının kuru mürekkeplerini içlerindeki ateşle ısıtıp, ocak yapıp 1945 sonrası düzeninde yeni bir “Kanuni Esasi Kıraathanesi”nin mutfağını kurdular..
Kutsaldır, Anadolu’nun gürbüz toprağında asırlarca yetişmiş fidanların özüyle, bu toprakların insanının geniyle mayalanmış hamurdan aldığı güçle çalışır bu ocak..
Bu Ocak Jön Türk’ün, İttihadın, Cumhuriyet’in yeni neslinin cefakar eğitim kurumudur.
Bu ülkeyi omuzlarında taşıyacak vatansever, yüreği bütün, kimlik bilincine sahip evlatların ruhunu beleyecek bir yuvanın ocağıdır..
Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet’in ocağıdır..
Kutsal Anadolu toprağı..
Kanayan ellerden, dizlerden, yüreklerden bedenimize karıştığı, bir kısrak gibi başını Akdeniz’e uzatmış bu memleketin, Orta Asya’dan dört nala gelmiş ataların yurdunun emaneti olan bu vatan toprağı bu ocağa emanettir..
Artık bu emanetin neferi olmak ise kaderin yüreğimize tuttuğu en parlak ışıktır: Aydınlıktır..
Merhaba Aydınlık!..
Okura Not: Elim boş gelmedim..
Son 35 yılın en önemli toplantılarından birinin yapıldığı Saint Petersburgh’daki konferans gözlemlerimi önümüzdeki hafta ve takip eden haftalardaki yazılarımda paylaşacağım..