Haber Detayı

II. Abdülhamit ve Erdoğan
Bessam abu abdullah aydinlik.com.tr
31/12/2025 00:00 (2 saat önce)

II. Abdülhamit ve Erdoğan

II. Abdülhamit ve Erdoğan

Bu makale, Sultan II.

Abdülhamit’in (1876–1909) politikaları ile çağdaş Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın politikaları arasında akademik bir karşılaştırma sunmayı amaçlamaktadır.

Karşılaştırma, birbiriyle bağlantılı üç eksen üzerinden yürütülmektedir: Uluslararası dengelerin yönetimi, iktidar tarzındaki kişisel ve davranışsal benzerlikler ve İslam’ın bir siyasal araç olarak kullanılması.

Analizin odağında, her iki deneyimde de bu politikaların merkezi sahnesi olan Suriye ve Biladü’ş-Şam (Şam Coğrafyası) yer almaktadır.

Bu karşılaştırma ne yargılayıcı ne de yücelticidir; aksine, siyasal tarihte tekrarlanan kalıpları ve zamanlar farklı olsa da benzer tercihlerle benzer sonuçlara nasıl varıldığını anlamaya yönelik bir çabadır.

II.

Abdülhamit, Britanya, Rusya, Fransa ve Almanya gibi yükselen emperyalist güçlerin belirlediği bir dünyayla karşı karşıyaydı. 1877-1878 Osmanlı–Rus Savaşı’ndaki ağır yenilgi ve ardından gelen San Stefano Antlaşması ile Berlin Kongresi sonrasında, doğrudan çatışmanın artık mümkün olmadığını fark etti.

Bu nedenle çöküşü geciktirmeyi amaçlayan bir denge politikası benimsedi.

Herhangi bir gücün Osmanlı Devleti üzerinde tek başına hâkimiyet kurmasını engellemeye çalıştı.

Daha az düşmanca gördüğü yükselen bir güç olarak Almanya’ya yaklaştı.

Britanya ve Fransa’yı sınırlı tavizlerle dengelemeye çalıştı.

Avrupa’nın, Rusya’nın boğazlara ve sıcak denizlere inmesinden duyduğu korkuyu kullandı.

Bu politika, özünde sürdürülebilir bir iç güç inşa etmekten ziyade zaman kazanma girişimiydi.

ERDOĞAN BENZER HAREKET EDİYOR Buna karşılık Erdoğan, çok kutuplu bir uluslararası sistemde hareket etmekte ve benzer bir mantık izlemektedir: NATO içinde kalırken Rusya’dan S-400 satın almak, Suriye’de Moskova ile koordinasyon yürütürken Ukrayna’yı desteklemek, mülteci kartını Avrupa’ya karşı bir baskı aracı olarak kullanmak, enerji dosyası ve Doğu’ya açılma söylemiyle siyasi pazarlık alanını genişletmek...

Her iki durumda da dış politika, istikrarlı ittifaklara değil, sürekli manevraya dayanmaktadır.

Bu da stratejik güvenin birikmesi pahasına hareket alanını büyütmeyi hedefler.

Rusya ile ilişkide, bu güç Osmanlı Devleti için yapısal ve tarihsel bir tehdit oluşturuyordu.

II.

Abdülhamit, doğrudan çatışmadan kaçınarak ve bazı toprak kayıplarını kabullenerek özellikle Anadolu ve Biladü’ş-Şam’ı elde tutmaya çalıştı.

Erdoğan ise Rusya’yı, en azından şimdilik, taktik bir ortak olarak görmektedir; enerji ve ekonomi alanlarında işbirliği, Suriye’de sahada koordinasyon; buna karşılık Türkiye’nin Batı kampında kalmaya devam etmesini sağlamak.

Her iki deneyimde de ilişki, uzun vadeli stratejik ortaklık değil, risk yönetimi üzerine kuruludur ve güç dengelerindeki herhangi bir büyük değişimde tersine dönmeye açıktır.

Almanya ile ilişkide II.

Abdülhamit, Avrupa’nın yükselen gücüne yatırım yaptı.

Berlin-Bağdat Demiryolu projesi, yalnızca ekonomik değil, Britanya ve Fransa’nın Levant, Biladü’ş-Şam ve Irak’taki nüfuzunu dengelemeyi amaçlayan stratejik bir projeydi.

Ancak bu tercih, diğer güçlerin şüphelerini artırdı ve imparatorluğun kaderini daha sonra küresel bir savaşa sürüklenecek bir güce bağladı.

ÇOK KUTUPLU DÜNYAYA YATIRIM Benzer şekilde Erdoğan da bugün çok kutuplu bir dünyaya ve Batı dışı ortaklık ağını genişletmeye yatırım yapmaktadır.

Ancak bu tercihin Türkiye’yi büyük bir sınav anında gerçekten koruyup korumayacağı belirsizdir.

Britanya ve Fransa için Biladü’ş-Şam merkezi bir rol oynadı.

Mısır’ı işgal eden Britanya, zayıf bir Osmanlı Devleti’ni Rus yayılmasına karşı bir tampon olarak görürken, aynı zamanda Levant’taki Osmanlı nüfuzunu aşındırmaya çalıştı.

II.

Abdülhamit, doğrudan müdahaleyi önlemek için Şam ve Filistin’de durumu kontrol altında tutmaya çalıştı ve Siyonist yerleşim projelerini reddetti; ancak siyasi ve ekonomik tavizler vermek zorunda kaldı.

Fransa ise “Katoliklerin hamisi” rolünü kullanarak Suriye ve Lübnan’daki kültürel ve ekonomik nüfuzunu güçlendirdi; bu da daha sonra manda rejiminin zeminini hazırladı.

Günümüzde Türkiye, Doğu Akdeniz, Libya ve Suriye dosyaları üzerinden Paris ve Washington ile sert siyasi çatışmalar yaşamakta; bu güçleri etkisizleştirme ya da Türkiye lehine nihai bir denge kurma konusunda açık bir yetersizlik sergilemektedir.

Karşılaştırma, iki lider arasındaki kişisel ve davranışsal benzerlikler ele alınmadan tamamlanamaz.

Her ikisi de bireysel iktidara meyillidir, kurumlara ve aracı yapılara derin bir güvensizlik duyar ve dar çevrelere dayanır.

II.

Abdülhamit, anayasayı ve meclisi fiilen askıya alarak devleti saraydan, yaygın bir gözetim ağıyla yönetti.

Erdoğan ise Türkiye’nin siyasal sistemini yürütme ağırlıklı bir başkanlık modeline dönüştürdü.

SEFERBERLİĞİN SONU ÇÖKÜŞ Benzerlik, siyasetin dinileştirilmesinde en açık biçimde ortaya çıkar.

II.

Abdülhamit, İslam hilafetini bir reform projesinden ziyade, imparatorluk içindeki ulusal çözülmeyi telafi etmek için bir mobilizasyon ve denetim aracı olarak kullandı.

Din, adil bir siyasal sözleşme kurmak için değil, devletin ömrünü uzatmak için kullanıldı.

Bu bağlamda Biladü’ş-Şam, insani ve sembolik bir rezerv olarak görüldü.

Bunun zirvesi, hilafeti savunma sloganı altında on binlerce Suriyelinin zorla askere alındığı Seferberlik (Safarbarlık) dönemiydi.

Sonuç ise kıtlık, göç ve toplumsal çöküş oldu.

Bugün Erdoğan, aynı mantığı modern araçlarla yeniden üretmektedir.

İslami-Osmanlıcı söylem, binlerce Suriyelinin Suriye’ye hizmet etmeyen savaşlarda kullanılmasını meşrulaştırmak için kullanıldı: Suriyeli bir kez daha, din adına kanı harcanan bir araç haline gelmekte, ardından siyasi ya da ulusal bir ufuk olmaksızın terk edilmektedir.

Tıpkı Abdülhamit döneminde olduğu gibi, dini sloganlar insanları korumaya değil, tüketmeye hizmet etmektedir.

Dil ve sembolizm açısından, Türkiye’nin yeni Şam Büyükelçisi’nin “Şam” yerine “Şam-ı Şerif” ifadesini kullanması derin bir anlam taşımaktadır.

Bu terim Osmanlı-dini bir kavramdır; egemen bir devletin başkentini değil, bir vilayeti ve medeniyet alanını çağrıştırır.

Bugün bu ifadenin kullanılması, Suriye’yi bağımsız bir siyasal varlık olarak değil, sembolik ve tabi bir alan olarak gören bir zihniyeti yansıtmaktadır.

Bu da geç Osmanlı döneminde Şam’ın eşit bir siyasi ortak değil, hilafetin derinliği olarak görülmesiyle birebir örtüşmektedir.

Krizleri çözmek yerine yönetmek.

Bu yöntem güvenilir ittifaklar ve sürdürülebilir bir iç güç inşa etmeyi zorlaştırmaktadır.

II.

Abdülhamit çöküşü geciktirdi ama engelleyemedi ve ardında yorgun toplumlar bıraktı.

Erdoğan ise taktik kazanımlar elde etmekle birlikte, Türkiye’yi bölgesel bir yıpranma ve birikimli bir yalnızlık yoluna sokmaktadır.

TARİHİ DOĞRU OKUMAK Tablo, II.

Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesi kurtuluş getirmedi; aksine, bireysel iktidar ve denge politikalarının yarattığı derin boşluğu açığa çıkardı.

Anadolu’nun dahi parçalanmasını ve yabancı vesayeti öngördü.

Bu son ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki Kurtuluş Savaşı ile aşılabildi.

Bu makale, tarihin birebir tekerrür ettiğini iddia etmemektedir; ancak yönetim kalıpları benzeştiğinde sonuçların da benzeştiğini vurgulamaktadır.

Biladü’ş-Şam, her iki deneyimde de bir sınama alanı oldu: Bu nedenle şu soru meşrudur: Türkiye bugün, Şam Coğrafyası siyaset, ekonomik kazanım, din, tarih ve denge adına tüketilirken sessiz kalınan günün bedelinin daha sonra bizzat devlete ödendiği bir yola mı girmektedir?

Tarihi okumak, bugünü ve geleceği anlamak açısından son derece öğreticidir.

İlgili Sitenin Haberleri