Haber Detayı
‘2030’ büyük savaş ve sonrası
‘2030’ büyük savaş ve sonrası
Dünya, 2030’a yaklaşırken tarihinin en yoğun, en hızlı ve en karmaşık silahlanma sürecinden geçiyor.
Bu dönem, klasik anlamda bir savaş öncesi mobilizasyonu andırsa da önceki yüzyıllardan farklı olarak açık cephe hatları, kitlesel seferberlik çağrıları veya ideolojik bloklaşmalar üzerinden ilerlemiyor.
Aksine, küresel sistem; düşük sesle, yüksek hızla ve büyük ölçüde teknoloji merkezli bir askeri rekabet içine girmiş durumda.
Soğuk Savaş sona ermiş olabilir; ancak savunma sanayiinin temposu, karar alma mekanizmaları ve risk birikimi, Soğuk Savaş yıllarını dahi aşan bir yoğunluğa ulaşmış durumda.
Bu yeni dönemde askeri güç, artık yalnızca sahip olunan silah sayısıyla ölçülmüyor.
Hipersonik füzeler, otonom savaş uçakları, yapay zekâ destekli komuta-kontrol sistemleri, elektronik harp, siber saldırı kabiliyeti ve uzay tabanlı erken uyarı ağları; savaşın karakterini kökten dönüştürüyor.
Hız, algı, veri işleme ve karar verme süresi; tank, top ve asker sayısının önüne geçmiş durumda. 2030’a giderken küresel güç mücadelesi, “kim daha büyük” sorusundan ziyade “kim daha hızlı ve daha akıllı” sorusu etrafında şekilleniyor.
ÇİN: KÜRESEL GÜÇ İDDİASININ ASKERİ ALTYAPISI Çin Halk Cumhuriyeti, bu dönüşümün en belirgin ve en iddialı aktörlerinden biri olarak öne çıkıyor.
Pekin yönetimi, 2030’a kadar yalnızca ekonomik değil, askeri anlamda da küresel bir güç olma hedefini açık biçimde ilan etmiş durumda.
Hipersonik füze testleri, genişleyen donanma kapasitesi, uçak gemisi programları ve özellikle insansız sistemlere yapılan yoğun yatırımlar, Çin’in stratejik yöneliminin somut göstergeleri.
Çin’in askeri stratejisinin merkezinde, ABD’nin Pasifik’te kurduğu deniz ve hava üstünlüğünü kırmak yer alıyor.
Tayvan çevresinde oluşturulmak istenen askeri baskı, yalnızca bir ada meselesi değil; ABD’nin küresel caydırıcılığına yönelik doğrudan bir meydan okuma anlamı taşıyor.
Çin, savaşmadan kazanmayı hedefleyen uzun vadeli bir askeri-stratejik mimari inşa ediyor.
RUSYA: YIPRANMA SONRASI ASİMETRİK ARAYIŞ Rusya Federasyonu, Ukrayna savaşıyla birlikte ciddi bir askeri ve ekonomik yıpranma sürecine girdi.
Ancak bu yıpranma, Moskova’yı savunma sanayiinden vazgeçmeye değil; tam tersine daha seçici, daha asimetrik ve daha caydırıcı alanlara yönelmeye itti.
Özellikle füze teknolojileri, hipersonik sistemler ve nükleer caydırıcılık modernizasyonu, Rus savunma stratejisinin belkemiğini oluşturuyor.
Rusya’nın hedefi, NATO ile konvansiyonel bir güç yarışına girmek değil; maliyet-etki dengesini kendi lehine çevirerek, rakiplerine “kazanılması pahalı” bir güvenlik ortamı dayatmak.
Bu yaklaşım, klasik askeri üstünlükten ziyade stratejik belirsizlik üretmeye dayanıyor.
ABD: YENİDEN KONUMLANMA Amerika Birleşik Devletleri, 2030’a giderken askeri stratejisini üç temel eksen üzerine oturtmuş durumda: hipersonik yarışta açığı kapatmak, otonom savaş doktrinini kurumsallaştırmak ve uzay tabanlı savunma mimarisini genişletmek.
Çin ve Rusya’nın hipersonik alandaki ilerlemesi, Pentagon’u büyük bir yatırım ve yeniden yapılanma sürecine zorladı.
ABD’nin yeni savaş anlayışı, insanlı ve insansız sistemlerin birlikte çalıştığı, karar alma süresinin minimize edildiği ve uzayın aktif bir savaş alanı olarak kabul edildiği bir öğretiye dayanıyor.
Washington’un temel hedefi, küresel askeri üstünlüğünü kaybetmemek ve çok kutuplu bir dünyada liderlik iddiasını sürdürmek.
AVRUPA: ZORUNLU UYANIŞ VE ASKERİ YENİDEN İNŞA Ukrayna savaşı, Avrupa için bir dönüm noktası oldu.
Uzun yıllar boyunca savunma harcamalarını ihmal eden Avrupa ülkeleri, bir anda kendilerini doğrudan bir güvenlik tehdidiyle karşı karşıya buldu.
Almanya, Fransa, İngiltere ve Polonya başta olmak üzere birçok ülke savunma bütçelerini artırdı, ordu yapılarını yeniden düzenlemeye başladı.
Avrupa’nın hedefi yalnızca Rusya’ya karşı caydırıcılık sağlamak değil; aynı zamanda NATO içinde daha fazla askeri ve siyasi ağırlık kazanmak.
Bu süreç, Avrupa’nın stratejik özerklik tartışmalarını da yeniden gündeme taşıdı.
ASYA-PASİFİK VE ORTA DOĞU: RİSKLERİN KESİŞİMİ Kuzey Kore, nükleer modernizasyonunu hızlandırarak rejim güvenliğini garanti altına almaya çalışıyor.
Japonya ve Güney Kore, savunma bütçelerini artırarak Pasifik’te yeni bir askeri mimarinin parçası haline geliyor.
Hindistan ise Çin’e karşı bölgesel denge kurma arayışını askeri modernizasyonla destekliyor.
Orta Doğu’da İsrail, İran ve Körfez ülkeleri arasında teknoloji temelli bir askeri rekabet yaşanıyor.
İsrail, yapay zekâ ve otonom sistemlerdeki üstünlüğüyle savunmasını derinleştirirken; İran, balistik füzeler ve insansız sistemlerle asimetrik caydırıcılık üretmeye çalışıyor.
Körfez ülkeleri ise enerji gelirlerini askeri teknolojiye dönüştürme hedefiyle hareket ediyor.
TÜRKİYE: GEÇİŞ EŞİĞİ Türkiye, savunma sanayiinde son yıllarda gösterdiği ivmeyle küresel dönüşümün dikkat çeken aktörlerinden biri haline geldi.
Beşinci nesil savaş uçağı KAAN, insansız savaş uçakları, balistik ve seyir füzeleri, hava savunma sistemleri ve elektronik harp kabiliyetleri; Türkiye’nin askeri kapasitesini niteliksel olarak farklı bir seviyeye taşıma potansiyeli barındırıyor.
Kritik eşik, bu projelerin yalnızca geliştirilmesi değil; seri üretim, entegrasyon ve sürdürülebilir öğretiyle desteklenmesi.
Türkiye’nin önündeki temel soru, bölgesel bir askeri güç mü yoksa teknoloji ihraç eden stratejik bir aktör mü olacağıdır. 2030 SONRASI: NET SENARYOLAR, YÜKSEK RİSK 2030 sonrası dünya için dört temel tablo öne çıkıyor.
İlk olarak, düşük yoğunluklu ancak sürekli bölgesel çatışmaların kalıcı hale gelmesi.
İkinci olarak, büyük güçler arasında doğrudan savaştan kaçınılan fakat sürekli askeri baskının sürdüğü bir caydırıcılık dengesi.
Üçüncü olarak, yapay zekâ ve otonom sistemlerin kontrol kaybı riski yaratması.
Dördüncü olarak ise silahlanmanın durdurulamadığı ancak büyük savaşın siyasi ve askeri bariyerlerle ötelenmeye çalışıldığı kırılgan bir denge hali. 2030’a giden dünya, daha hızlı karar alınan, hataların daha ağır bedeller doğurduğu ve teknolojinin belirleyici olduğu bir askeri düzene doğru ilerliyor.
Bu süreç, yalnızca generallerin ve savunma şirketlerinin değil; siyasetçilerin, akademinin ve toplumların alacağı kararlarla şekillenecek.
Gelecek, kaçınılmaz bir yazgı değil; stratejik tercihler toplamıdır.